Ana içeriğe atla

 

SAĞDAN-SOLDAN -ORTADAN SİYASET

 

İslamcılık, Osmanlıcılık, milliyetçilik. Bu üç kavram, 20.yy başlarında, dağılma tehlikesine karşı kurtuluş reçetesi olarak Osmanlı aydını ve devlet ricalinin sığındığı siyasi kavramlar. Osmanlıcılık, Osmanlıda yaşayan, Müslim-gayr-i Müslim tebanın bir ve beraber olarak eşitliğine dayanan ve bu sayede özellikle gayr-i Müslim tebanın devlete bağlılığının devam edeceği düşüncesini ifade ediyordu. Balkanlar birer birer elimizden çıkınca bu sefer İslam coğrafyalarını bir arada tutmak adına İslamcılık politikası devreye konulur. O da 1.dünya savaşı sırasında Arap coğrafyalarının Devlet-i Aliyye'den ayrılması ile anlamını yitirir. Kala kala elde devletin kurucu unsuru olan Türkler kalmıştır ve onlarında motivasyonun diri tutulması gerekmektedir. Çünkü Osmanlı parçalanmış ve Türklük, Anadolu coğrafyasına sıkışmıştır. Bu yüzden devletin devamı için kurucu unsura dayanılmış, ancak bu sayede Türk milleti Anadolu da tutunmaya devam edebilmiştir. Yani Devleti kuran ve kurtaran bir ideoloji olmuştur milliyetçilik. 

Bugün, özellikle Osmanlıcılık artık güncel bir kavram değil. Osmanlıcılık, geçmişe özlem duyanların, Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’nin ifadesi ile “ Biz neyledik o koskoca elleri” feryadının nostaljik bir izdüşümüdür.

İslamcılık ve milliyetçilik ise belli noktalarda şekil değiştirerek yaşamaya devam edecektir. Nedir o yaşam alanları? İçerde, devletin dış ve iç saldırılara karşı korunma refleksi olarak milliyetçilik. Dışarı karşı da özellikle İsrail ve Amerikan karşıtlığının arttığı zamanlarda daha bir anlam kazandığı düşünülen İslamcılık. İslamcılığın içerideki karşılığı ise, muhafazakarlık-dindarlık olarak karşımıza çıkıyor.

Türkiye Cumuhuriyeti’nin kurulması ile birlikte uzunca bir dönem seküler milliyetçilik ve laiklik ile batıcılık düşüncesi devlete hakim olmuştur. Radikal, zihni ve icrai yaklaşımın sergilendiği bu dönemde pozitivizminde katkısıyla modern, çağdaş bir  toplumsal dönüşümü hızlı bir şekilde gerçekleştirmek amaçlanmıştır. Bu durum, geleneğe sırtını dönen anlayış ile, muhafazakar milliyetçi-dindar kesim arasında ayrışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Uzun bir süre vesayetçi, jakoben, zihniyet, toplumun geleneksel inanç yapısını ve değerlerini devletten uzak tutmuştur. Yaşanan bu süreci bir kenara bırakırsak, merkez dışı kalan, devletten uzak tutulan gelenekçi muhafazakar anlayış, demokratik siyaset yapma imkanları darbelerle kesintiye uğrasa bile 2000 li yılların başından itibaren uzun bir süre devleti yönetme imkanı ve fırsatı yakalamıştır. Gelinen bu nokta, bu mücadelenin tarafları açısından içerisinde anlamlı bir çok hafızada barındırır. 28 Şubat, 27 Nisan post modern darbe ve muhtıraları. Muhafazakar siyasetin mağduriyet alanları olarak toplumda karşılık bulmuştur.

Şunu ifade etmek gerekirse, Türkiye de siyasi kavramları sahiplenenler genellikle karşı tarafın itiraz ve eleştirilerine maruz kalmıştır. Kimi hafızayı cumhuriyetten geriye götüremez, kimi hafızayı cumhuriyetle bitirir. Kemalist sol için İslamcı siyaset şeriatı getirecektir. Bu yüzden gericidir. İslamcı siyaset için de modernizm ve laiklik  gelenekten ve dinden kopuştur.

Bu sebeplerden ötürü tüm kesimler karşı tarafı siyasi rakip olarak değil, adeta düşman olarak görürler. Aslında bu siyasi düşmanlığın getirisi de vardır. Siyasi fanatizmi körükler ve tabanda safların sıkı tutulmasına hizmet eder.

Bu gün Türk siyasetinde tam anlamı ile ideolojik ve fikri tıkanmışlık hali söz konusu diyebiliriz. Muhafazakar siyaset genel olarak mağduriyet alanlarını çözebildiği oranda kendini başarılı saymaktadır. Siyaseten haklılardır. Ancak toplumun önüne yeni proje koydukları da pek söylenemez. Bu yüzden  muhafazakar ve milliyetçi siyaset tekrara düşmekten ve bilinen hafızayı canlı tutup korku ve endişe üretmekten kafasını kaldıramamıştır. Sloganik olmaktan öteye geçemeyen batı ve emperyalizm karşıtlığı, ülke için şantiye programlarının olup, toplumsal ve siyasal programlar sunamamaları, demokrasiyi  sadece çoğunluk rejimi olarak görüp, çoğulculuğa itibar etmemeleri, muhafazakar dil ve duruş sergileyip, haksızlık, adaletsizlik , yolsuzluk ve ahlaki zafiyet gösterenlere karşı kendi mahallerinden olup olmamalarına bağlı olarak  kör ve sağır olabilmeleri, adalet ve insaf duygusunu zedelemiş ve güven sorunu yaratmıştır.

 Sıkışan İslamcı siyasetin yanına eklemlenen milliyetçi siyaset bile tutarsız bir şekilde kayırmacılığa ses çıkarmamış  ve muhafazakar siyaset tabir yerinde ise hamasete mahkum edilmiştir.

Bir düşünün Türk milliyetçiliğini savunup milletin tamamına cümle kuramamak.

Ya da İslamcı gelenekten gelip milletin tamamına merhamet nazarı ile bakamamak. Ya da sol gelenekten gelip, cumhuriyetin kuruluşu kadar eski bir siyasi geçmişe sahip olup, demokrasi, özgürlük ve eşitlik  deyip, milletin tamamına bunu lüks görmek. İslamcıların “çoğulculuğu” hazmedemedikleri gibi “çoğunluğun iradesini” hazmedememek. İşte tüm bunlar Türk siyasetindeki kafa karışıklığının bir göstergesidir.

          Türk devleti ve milleti geçmişten bu güne  Osmanlının son döneminden başlayarak adeta, kavramların toplumsal alerjisi yada yan etkilerinin  olup olmadığına bakılmaksızın  reçeteyi yazanların insafına bırakılmıştır.

          İslamcılık ,milliyetçilik, liberalizm ,demokrasi v.b  tüm kavramlar eğer formulize  edilmiş kavramlar haline getirilir ve toplumsal siyasal gelişme ve değişime göre revize edilmezlerse her durum ve şartta toplumlara iyi gelmeyebilir.

          Mesela demokrasi ve özgürlüklerin anayasada hangi durumlarda kısıtlanabileceği belirtilmiştir. İslamcılık moral değerler olmaktan  uzaklaşıp, toplumun her kesimine huzur ve güven vermeyi bırakıp, korku ve düşmanlık aşılamaya, tıpkı jakoben sol siyaset gibi hayat tarzı modellemeye kalkışmamalıdır.

          İslamcılık  ya da muhafazakar siyaset nasıl bir toplumsal ve siyasal model sunar. Bunun pratiği nedir? İslamcıların sadece kendi yara ve taleplerine değil, toplumsal her yarayı ve talebi dikkate alması gerekmez mi?

            Milliyetçi siyasetinde, sadece güvenlik ve savunma ideolojisi olmadığını, vatanını en çok sevenin ona en çok hizmet eden olduğunu bilmesi ve toplumun tamamına cümle kurması gerekmez mi?

Demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları daha çok kullanan sol siyasetinde, bu söylemlerin sadece kendileri gibi düşünenler için olmadığını ve milletin moral değerlerine muhalefet etmenin modernlik ve sözde ilericilik olmadığını anlamaları gerekmez mi? Türk siyaseti ne zaman karşıtlıktan beslenmeyi bırakıp, siyasetin insanların dünyasını mamur etmek için yapılan bir eylem olduğunu fark edecek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KANALIMA HOŞ GELDİNİZ / https://www.youtube.com/channel/UC4t_Am0_Ekhz7JlXweu1HCA?view_as=subscriber

https://www.youtube.com/channel/UC4t_Am0_Ekhz7JlXweu1HCA?view_as=subscriber
28 ŞUBAT SOĞUĞUNDA   BİR SICAK NEFES : Muhsin YAZICIOĞLU 28 Şubat süreci, 28 Şubat1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu Türk siyasi hayatına “post modern darbe” diye geçen ve 18 maddelik “irtica ile mücadele” kararlarının çıktığı dönemin Erbakan hükümetine karşı mücadele adı altında ordu ve bürokrasi merkezli süreç olarak ifade edilmiştir. Türkiye siyasi tarihine geçen bu kararların uygulanması sırasında Türkiye'nin siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarında önemli değişimler olmuştur. Muhsin Yazıcıoğlu 28 Şubat sürecinde ve öncesinde Türk siyasetinin en dik duran ismi olarak dikkat çekmiştir. O’nun bu tavrını anlamak için 12 Eylül öncesi verdiği siyasi ve sosyal mücadelesini, sağlam karekterini; millete ve devlete olan derin sevgi ve sadakatini anlamak gerekir. Muhsin YAZICIOĞLU,yaşanan karışıklık sürecinde öncelikli meselenin parlamentoyu açık tutmak ve demokrasiyi işletmek olduğunu söylüyor; dönemin Erbakan hükümetine ikazını şöyle yapıyordu. “ İradeni...

Ders arası ( Hikayeleri ile Türkülerimiz) Şafak Söktü Yine Sunam Uyanmaz